“Yok”tan sebeplerle ölünürdü bizde eskiden.
Mesela cinnet geçirirdi içimizden biri. Kaptığı gibi beylik tabancasını-av tüfeğini, önce yanındakilere sonra kendine doğrulturdu namluyu…
Kimimiz lanet eder, kimi cinnetin sebeplerini eşeler, kiminde en yakınından garip şüpheler… Üzülür, depresif gezerdik günlerce.
Sonra buna da alıştık, sıradan geldi zaman içinde. Hatta “cinnet geçiren parmak kaldırsın!” modunda açar olduk gazetelerin orta sayfasını…
Kimi "namus" dedi, "töre" dedi, öz kız kardeşini vurdu.
Sorarsanız piman değil, yine olsa yine vururdu. Zira el kelepçelendi belki ama adamın namusu kurtuldu(!).
Biri belediyenin çukuruna düşerdi. Biri yanmayan trafik lambasından, bir diğeri ambulans yokluğundan giderdi.
Yahut bombadan yahut mayından yahut maç sonrası sevinç kurşunundan yahut çöken binadan...
Durduk yere kafaya düşen saksıdan... Dedim ya“yok”tan sebeplerle ölürdük ama artık “kot”tan sebeplerle ölüyoruz.
Yıl 2008…
İstanbul’da kot taşlama atölyelerinde çalışan sigortasız işçiler, tam da “kot”tan sebeplerle ölüyorlar.
Denetimsiz işyerlerinde, ilkel çalışma şartlarında, yetersiz önlemlerle ve kesinlikle göz göre göre sadece on dört yaşlarında, yirmi yaşlarında, otuz yaşlarında ölüyorlar.
Birileri bunun adına kot taşlama diyor, birileri "ucuz işçilik" diyor, doktorlar bu kaynaklı hastalığa “slikozis” diyorlar.
Yeni duyuyorum...
Uzmanlar; "Uygulama esnasında isçi mutlaka temiz hava almalı ve o kumlu havayı solumamalıdır. Bu sebeple özel maskeli giysiler vardır." diyorlar.
Göremiyorum...
Devamında "bu giysiler işveren tarafından işçilere genellikle temin edilmez ve işçiler maximum dört-altı yıl arası çalıştıktan sonra akciğerleri taşlaşmış şekilde hayata veda ederler" diyor.
Utanıyorum.
Biraz paraları olsaydı, yaşıyor olabileceklerini düşünmek canımı yakıyor;
"Sadakanın ömür uzattığını duymuştum da, sadaka kadar ücrete ömür bağışlandığını hayır!" diyorum.
Üzülüyorum...